Kayıtlar

Ekim, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

günlük.

geçen gecede birkaç defa uyandım. birkaç rüyayla ve fizyolojik ihtiyaçla. birilerini koruyordum rüyalarımda o gece. "korumak" mizacıma peydahlanmış, az çok hissediyorum. Sabahın karanlığında uyanıp, kışı hatırlatan soğukla karşılaştığımda hayatı sorguluyorum. metroda insanlar... korkunç geliyor onların arasında olmak. bunun yerine ışıklandırılmış ve zevkli bir beynin gözüyle, iyi kalpli bir bedenin enerjisiyle döşenmiş bir mekanda sevdiklerimle olmayı tercih etmek, insanlarla barıştırıyor beni. ama hayatımın altı buçuğunda bu seçenek, seçenek bile değildi. hazırlanırken, çocuklara söyleyeceğim şarkıyı mırıldanıyorum. ezberlemek için. seçtiğim mesleğe uygun olup olmadığımı sorguluyorum aynı zamanda. sineklerin tanrısı'ndaki bir ada bu dünya. iyileşmeden iyileştirmek ya da birlikte iyileşmek belki. içimdeki oblomov'un bahanelerini susturuyorum. evden çıkmadan, çekmecemde bulduğum tek bereyi geçiriyorum kafama. kışlıklar, henüz bereye hazır değilmiş burada. oysa siyah...

namaste.

Resim
şükrettiğim o kadar çok şey var ki! gerçek anlamda kendimi sevmeyi belki henüz tam anlamıyla öğrenebilmiş değilim ama boynunun bükülmesine izin veren ve düşüncesizce omuzlarına yaşından büyük yükler yüklenmiş yalnız kız çocuğu da değilim artık. evet. genetik faktörler, yaşanmışlıklar, beynimde şemalanmış inanışlar, hassasiyetim, kırılganlığım vs. bakış alanımı izlenesi yapmıyor çoğu zaman ama baktığımı daha net görebiliyorum artık. zamanla daha da netleşecek belki. kendimi güçlü hissediyorum. içimdeki kız çocuğuna sarılıyorum. insanlara tahammül edemediğimde, hatta kendime bile tahammül edemediğimde kitap sayfalarına gömüyorum kendimi son günlerde ve bu bana iyi geliyor. az önce dedim kendime kendi iç sesimle: birkaç yıldır üzüldüğün şeyler çok da mühim değilmiş. hatırla, neleri atlattığını ömrünce ve neleri atlatabilme ihtimalin olduğunu. kim bilir bana tanınmış sürede başıma neler gelecek... bir kitapsam eğer, son sayfama kadar elimden geldiğince okunmaya değer şeyler yazılmalı ...

masalımsı.

Resim
ıhlamur ağacı vardı eskiden, eski evimizin balkonundan neredeyse görebildiğim. küçük bir çocuktum ben. okula yeni mi başlamıştım, işte o zamanlar. bir yaz akşamıydı. hava bir çocuk masalı gibi serin sıcaktı. gökte de büyük ihtimalle dolunay ve yere ışık parçaları düşüren yıldızlar... dolunay dede. bir baksanız dolunaya aklınıza gelirsem bir gece. gözler, burun, hafif yorgun tebessüm... dolunay dede. neyse. o yaz akşamında çiçekler ağaç boyundaydı ve sokağımızdaki hanımeli çiçekleri uyanmaya gün doğumunda başlardı. sabah altı suları. mis gibi yaz esintisi, güneşin ilk ışıkları ve hanımeli çiçeği kokusu birleşince tılsımlı bir koku kanatlanıp açık penceremden barbie'li yatak örtümün pembesine konardı.  ıhlamur ağacıyla o akşam tanıştım.  * Bu akşam eve dönerken, tam o pahalı marketin önüne yaklaşmışken gökyüzünde bir yangın fark ettim. sanki yıldız kaydı. halley kuyruklu yıldızı hani seksen yılda devr-i alem yapıyordu ? ama bu gördüğüm daha çok çikolatalı halle...

günün neşesi.

Resim
Bugün, bahçesinin tam ortasında antikalarla ve nazar boncuklarıyla süslenmiş ışıklı ağaç olan çay bahçesine giderken yerde bir Pikachu buldum. Sırtını bana dönmüş, kirli sokak köşesinde yatıyordu. Seni kim böyle atmış olabilir ki ? Acaba balkondan yanlışlıkla mı düşürüldün ? Alıp avucumun içine inceledim, yanaklarından kırmızı ışıklar da çıkıyor sevince.  Koydum cebime. Eve geldiğimde temizledim, arındırdım sokağın kirinden. Duruyor şimdi aynamın önünde. Evrende bir sürü Pikachu var. Birinin karşıma çıkması günümü neşelendirdi. Pika pika!

haftalık.

daha sık yazmalıyım belki. fazla konuşmayı, insanlara kendime dair ve günümün nasıl geçtiğine dair şeyler anlatmayı sevmiyorum. sevmemek de denmez buna aslında. içimden gelmiyor. iyi bir dinleyiciyimdir daha çok. ama... bu konuşmamak meselesi... insanlar gördüm, gözlemledim. konuşanlar, daha iyi yaşıyor gibiler. bu yüzden bazen zorluyorum kendimi. anlatmak için. belki de bana bunları sevdirecek biri çıkar. ama bu beklentiye de girmeyi aptalca buluyorum. ben böyleyim. yazmak başka sanki. bazen eve girmek istemiyorum. sürekli arkadaşlarımla dışarıda eğlenmek, konuşmak, gezmek istiyorum... bazen evden çıkmak istemiyorum. sessiz kalıp zamanın geçişini izlemek.... çelişik bir durum değil mi? sık sık yaşıyorum bu durumu. astrolojiye inanmamak istesem de, evrenin kendi içinde bir dengesi olduğuna inanıyorum ve yıldızların da bizi etkilediğini düşünmeden edemiyorum. "güneş ile ay burcunun birbirine zıt özellikler taşıması, hayatın boyunca çelişkiler yaşayacağını anlatıyor." demiş...

peter, folivia'yı unutmuyor.*

akşam güneşinin tadını alabilmek için balkonun baş köşesindeki sandalyeye geçtim, şekersiz türk kahvemi bitter çikolatamı alıp. komşuların görüş alanı içine girmek beni rahatsız etse de, akşam güneşinin hatrına sosyal fobilerimi düşünmemeye çalıştım. içime dönük biriyim ben. tanımadığım, samimi hissetmediğim ortamlarda fazla tedirgin olduğumu fark ediyorum. bu yüzden mi insanların içinde pek de rahat hissedemiyorum kendimi ? fazla mı mükemmeliyetçiyim ? doğal davranmaya ve rahat olmaya çalışmak beni rahatsız ederken nasıl doğal davranabilirim ? nasıl anı yaşayabilirim ki, kendimle cebelleşirken... fazla yorucu. ama üstesinden gelebiliyorum. sebebini bilseydim eğer, daha kolay olabilirdi belki. güneş, görüş alanımdan çıktı ve üşümeye başladı az önce ısınan yanağım. kitap okurken aklımdan bir sürü şey geçmişti yazmak üzerine. yazmaya başladığımda ise karmakarışık düşünceler çöplüğünde cümle olabilecek kaçak kelimeleri arıyorum. son günlerde çalkantılı duygu durumlarımdan olumlu şeyler...

kahve ve blossom.

yazmak güzel şeymiş... günlerimin boşluğa düşmesini hiç istemiyorum bu yüzden de yaratmaya çalıştığım meşgalelerle dakikalarımın fitilini ateşliyorum. bu ateş de bana enerji veriyor. bugün dersim yoktu. kıvırcık saçlarımı topladım ve yemek yaptım. ıspanak... havuç ve domatesle renklenmiş ıspanak, üç sarı yumurta topuyla tencerenin içinden bana baktığında, çocuğunu doyurmaktan gurur duyan bir anneymişim gibi gülümsedim.  bu arada... çocukları kaç yaşına gelirse gelsin, annelerin yemek hazırlayıp çocuklarını doyurmaktan gerçekten zevk aldığını ve bunun  emzirme döneminde annenin sağladığı iç güdüsel doyumla bağlantılı olduğunu söylemek isterim. annelik iç güdüsünün var olup olmadığı tartışmalı bir konuyken... ki hissettiğim şeyler toplumsal bir yansıma mı bilmiyorum ama bende doğuştan var olduğunu düşündüğüm "annelik" iç güdüsünü, çocuğum yokken bile yoğun bir biçimde hissediyorum bazen. e. fromm'un bu yaz okuduğum sevme sanatı kitabında ise annenin, çocuğu beslerken as...