dalgalar.

bir telefonla gelen çılgınlıklar. yarım saatte hazırlıklar. "hayat siz planlar yaparken başınızdan geçenlerdir." lennon duvarımdaki posterden onaltıma bakarken bugünlerime yatırım yapmamı mı söylüyordu. "i just shot john lennon" basite indirgenmiş plansız bir son sayfayken üstelik. üzgünüm con. yoko da senden sonra hayatına devam etti. hep böyle olur...

saatler süren, dört saat, araba yolculuğunda indie ritmler, yeni güzel keşifler. daha şarkının başında vazgeçilenler. sonuç olarak looptakilerle yolculuğa devam. yollar boş. şehirden uzaklaştıkça gece daha da kararıyor. bu iyi bi şey. başını omzuna yaslayabildiğin insanların olması güzel. birilerini göğsümde uyutmayalı ise çok oldu. birkaç yüzyıllık gecelerde yaktığım namaste mumlarında evreni değil, kendimi ve olanları sorguladım. dizlerimin yaraları geçtiğinde belki saçlarını da okşayabilirim birilerinin ve ben de uyuyabilirim gerçek bulutların üzerinde. bilemiyorum. çok umrumda da değil. kedilere masallar ve şarkılar şimdi.

gün doğumuna daha üç saat var. iyi... feribot limana ulaşana kadar, çay ocağına sığınabiliriz. orada balıkçı dede var mesela. filmdeki gibi. bu anların değerini bilmeliyim. bir ressam olsaydım eğer, dört yılda bir gelen bu şubat gecesinin soğukluğunu, camdaki yağmur damlalarını ve ne varsa bu sahneye dair... kara kalemimle çizebilirdim. ama cümlelerim var beynimde, sadece kendimin duyabildiği. gifted type değilim ama noel pazarındaki kocaman hediye paketinin içinde bir fotoğrafım var.

limanda yürüyoruz. küçük bi kayıkta rakı içen abiler, adaplı laf atıyorlar. laf atmanın bi adabı var. rakı içmenin de bir adabı olduğu gibi.

feribota bindiğimizde, hayatımda bu kadar büyük bi gemiye binmediğimi düşünüyorum. bu feribot değil, gemi. neden adı feribot ki.  kadıköy'den ve kabataş'tan bindiğim idolar, karaköy ve beşiktaş vapurları, tamam, yerleri ayrıydı. fakat bu gemi. daha başka.
hava kapalı, yağmur yok şu an. dalgalardan yüzüme düşen damlalar hariç. rüzgar sertleşiyor ikinci katta. kimse yok bizden başka dışarıda.
gemi o kadar büyük ki, sağından soluna geçişi sağlayan uzun bi köprü var grandinin hemen arkasında. denizin metrelerce üstünde yürüyorsun. türkiye'nin fraksiyonel çatışmaları, sonunda bu köprüyle orta yolu bulmuş ve beni barış güvercinini uçurmak için çağırıyor sanki. ütopyamı yaratıyorum o an. güneş ülkesi değil benimki. inanamıyorum tabii. yükseklik korkum da nüksediyor. düşme ihtimalim olmasa bile düşerim ben. çünkü böyle bir yeteneğim var; olmaması gereken şeyleri oldurmak. yürü işte, ne olacak. köprünün ortasında rüzgara karşı komik titanic duruşu. hissetmeniz lazım. sonrasında "gel beni al burdan" diye ağlak haller. eh bu da kamera arkası. sonuçta orta yol bulundu. olur öyle.

adayı görüyoruz. bir de deniz fenerlerine karşı durmuş yüzbinmilyon insan boyutu dalgaları görüyoruz. gökyüzü, henüz yeni aydınlanıyor. depresif bulutların içinden çıkıp eflatun maviye süzülen kara ışınımlar. martı mı onlar... limana yanaşmaya çalıştıkça yerimizde duramıyoruz. alt kata inip büyük halatların efendilerini izliyoruz. halatlar kocaman ama dalgalar daha güçlü. pontos, bi şeye mi kızdı acaba... halat kopuyor. korkuyoruz haliyle. "denemekten vazgeçme" diyo olmalı tanrı. çünkü tanrı, kişisel gelişim kitaplarına uygun özlü sözler öğütlemeyi sever. deniyoruz ve adaya ulaşıyoruz. bu sırada bulutların ardında beyaz bir ışık.

burada sakinlik var. kış mevsiminin ve adanın sakinliği. büyük bahçeler ve tek katlı evler. burada yüzümü, güzel kız diye okşayan neneler var gerçek hikayeler anlatan, ben kilimlerinin üzerindeki desenlere bakarken kahve telvelerinin huzurunda. trt'de beklentisiz zamana denk gelen kısa film kuşağı gibi. kısa ve etkili.  bi de "yazın gelirsen eğer indirim yaparım" diyen butik otel sahipleri var tabii. 
kendimi bi sanat filminde hissediyorum. yeni filizlenmiş çiçekler görüyorum ve arttırıyorum; van gogh'un ruhu buralarda dolaşıyor olmalı. beyaz çiçek açan badem ağaçları çünkü. ve bi de rumların ruhları dolaşıyor taş evlerin arasında. dostça karşılıyorlar bizi, ellerinde şaraplar.

dokunuyorum her duvara. belki, tam da benim dokunduğum yere birileri dokunmuştur ve ben de onun gibi hissederim diye. müzelerde de illegal dokunuşlara teşebbüslerim bu yüzden. bakın bu hoş bi durum değil. beceriksiz bi anı hırsızıyım ben. üstelik psikiyatri, kleptomaninin bu olmamış haline çare bulmuş değil ve hatta fizik ekolleri de anıların, dokunma yoluyla geçişleri üzerine bilimsel makale bile yayınlamış değil. belllllki paralel evrenler paklar beni. ne var ki, erk isa'nın teslisteki yeri ve enkarne muhabbeti henüz netliğe kavuşamamışken, tabii ki, bir toz tanesi boyutuna bile ulaşmamış olayımın evrende esamesi okunmaz. okunur mu yoksa.  zaten fazla anlam yüklemek saçmadır şeylere ve bu, dünya için fazla komik bir durum.

küçük mekanlarda balıkçı kayıklarının kimsesiz hallerini izliyorum. çakırkeyf adımlıyorum taşlı yolları. bazen sendeliyorum tabii, en sevdiğim saatlere denk getiriyorum bu senkronize hatalanmış adımları. spontane dans bunun adı.

merkezdeki markete gidiyoruz. çikolatalara dair ne varsa almak istiyorum tabii. bu böyle olmaz.
bir takım cipsler ve vergisini fazlasıyla ödediğimiz bazı zararlı içeçekler alıyoruz çok ses çıkaran. varlık vergisi kaldırılmamış mıydı ülkemde.
neyse ki yanımızda, su gibi zarar tüketilen ülkelerden ucuza getirdiğimiz bazı zararlı içecekler var. pamuklara sarıp getirdiğimiz şişeler, kırılmasın onlar. bizler kırılabiliriz. bu normal.

denize girmeye çalışıp beceremiyorum. soğuktan değil, hem biraz utanıyorum hem de denizin içi korkutuyor beni. ayaklarıma bilmediğim şeyler dokunabilir. onu kış uykusundayken rahatsız edersem beni yutabilir. yine de özenle seçtiğim çakıl taşlarını bir hediye olarak yolluyorum ona. çünkü biliyorum ki tüm kusurlarıma rağmen beni hoş karşılayacak. "bu güzel taşlar senin için, umarım senin evreninde güzel şeyler oluyordur. biz insanların çirkin girişimlerine rağmen."

terasa çıkıp yere uzanıyorum. soğuk.
insanın aklı boşlukları tamamlamaya koşullu. bu yüzden belki, birbirinden uzak yıldızlar bütünleşiyor bakış açımda. hikayelerini dinliyorum. "bak bu şarkı senin için lizard king. pek sevgilim kamü, freud, serol bey ve oğuzcum sizi de unutmuyorum tabii. ve çiçek çocuğum sen de hangi yıldızın şelalesinde dinleniyorsun, bilmiyorum ama düşünce gücümle sana bazı hediyeler yolluyorum. umarım ulaşıyordur. bence ulaşıyordur. bazı sözlerini hatırlıyorum ben. gitmeden önceki gece söylediğin hani. ve bazen o sözlere tutunuyorum."




sabaha karşı ağlayarak gelen arkadaşa, umutlu sözler söylemeye çalışıyoruz. sırtına "ben yanındayım" pıt pıtları. bu gözyaşları geçici. malum capsteki gibi "ne saçma sapan sorular bunlar yea." diyemiyorum tabii o an. çünkü arkadaşlık manifestosu bilmem kaçıncı maddesi, kriz durumları.  benim de kalbimi kırmalarına müsade ettiğim zamanlarım olmuştu sonuçta. sonrasında zaten gülüşmeler ve aramızda bi takım tatlı taşkınlıklar.

sabah kahvaltılarımız mavi boncuklarla ve kurutulmuş lavanta dallarının efla halleri arasında geçiyor. mart ayını böyle karşılıyorum. baba marta, marteniçka getirmiş. güneş ısıtabiliyor artık yüzümü. belki bugün yüzebilirim güneşin aydınlattığı denizde.

insanların beden algılarından uzakta olmayı tercih ediyorum. bazen edilgenleşiyorum. çemberlerin dışında olmanın kırıklığını ve esrikliğini çoğunlukla yaşıyorum. uçlarda gezinirken saçma bir şekilde, planlı ya da plansız düşüp hayati organlarıma zarar verip komaya giriyorum. yoğun bakımlardan sonra ayaklanıp gün batımı ışıklarından ilaçlarımı alıyorum. sıradan biriyim. bu problem değil benim için. evrenimdeki yerim belli. kimi zaman kayıplara karışıyorum. gereğinden fazla önemsiyorum ya da önemsizleştiriyorum kendimi ve sizi. olabilir. her şey insana dair.

yaşlandığımda, vücudumdaki pikachu'nun haline bakıp "ne saçma sapan sorular bunlar yea" diyip gülecek miyim. bilemiyorum. o kadar yaş alabileceksem eğer, gülebilmeliyim de sona doğru. 

içimden geçirdiğim birçok cümle var. ben sessiz bir kızım. yüzünüze bakarken içimden şarkılar söyleyebilirim ya da tam tersi. ve bademli kurabiyeler çok güzel.

yolda olmayı seviyorum. 
mutlu olmak kadar mutsuz olabilmek de var.  şey ama... anlar var, bunu hissediyorum. bi an geliyo, büyüleniyorsun. ne varsa seni durduran, ivmeni negatife çeken... bi şeyler oluyor ve her şey bir anlama dönüşüyor. güzel bi anlam. ya da tam tersi. ve bazen bu anlamlarım yaşamı çekilmez kılıyor. olabilir. ya da tam tersi.

yapmak istediğim ve yaşamak istediğim çok şey var. yaşamanın risklerini almamın sebepleri zamanın içinde gizli. bulacağımı umuyorum.

"kolaylaşıyor. her gün bi parça daha kolaylaşıyor. ama her gün devam etmen gerek. zor olan kısım bu. ama kolaylaşıyor."*
tanımadan, iyi şeyler dilediğim insanlar var. cheers. cherry. 
ikibinyirmi güzel gelmedi. ama bunu değiştireceğim. bu süreçte sizi de özleyeceğim.
evet.

bakın burası çokomelli:
"o kilitler açılsın lütfen." 




Yorumlar

  1. duygu yüklü okuyordum sonunda kahkahaya benzer bir ses çıktı :))) çok güzel yazmışsınız, ayrı bir keyif yazılarınızı okumak

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. hehe ne güzel işte, güldürmüşüm:P

      teşekkürler:)

      Sil
  2. Bozcaada hakkında çok bir şey bilmiyorum ama okuduğum en iyi Bozcy betimlemesiydi 🙄

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsan gerçekten okumak istediğini okuyor galiba, ben de Gökçeada olarak okudum..

      Sil
    2. Gökçe diye diye Bozca yapmışım. Olsun bence ana fikir anlaşılmıştır :)

      Sil
    3. bozcaada'ya hiç gitmedim. ama son yıllarda çok popüler olduğunu biliyorum ve ben popi olan şeylerden pek hoşlanmıyorum. yine de...eğer yolum düşerse şikayet etmem, severim, sonbahar tercihim.
      netekim, gökçeada güzelmiş. buradakiler imroz diyolar.

      Sil
  3. Çok hoşuma gitti, sanki ben de kilometrelerce öteden gitmiş, o sokaklarda dolaşmış gibi hissettim. Yaşam gerçekten çok riskli, pamuklara sarıp sarmalanıp oturmayı seçenler çok fazla. Ama bununla yetinemeyenler var bizim gibi :) Hep merak eden, anlamaya çalışan, yaşamak isteyen. Malesef yaşamanın getirdiği hüzün de araya karışıyor bazen ama hayat böyle işte, "üzerinde çalışmaya" değiyor sanırım.. Evet. iyi çalışmalar o zaman (hem de denize karşıysa, ne güzel..) sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. eğer yapabilseydim, sizi de yoluma dahil ederdim ve gördüğüm tüm güzellikleri gösterirdim. ama sanırım bunu cümlelerle biraz olsun yapabiliyorum. galiba.

      evet, yaşam da riskli. kabuksuz kalabilmek de çok zorlaşıyor zor zamanlarda. imkansız denilen şeyleri oldurmaya çalışmak nasıl cesaret istiyor bu coğrafyada, en iyi bilenlerdensin belki. heybemizi ağırlaştırmadık mı yeterince.
      son yazını okuyordum da tam... ne güzel yazmışsın:)

      Sil
  4. Betimlemeler şahane şahane şahane ! Kedi seven dostum♥️

    YanıtlaSil
  5. çook teşekkürler:)

    tokyo'yu öp benim yerime de :*

    YanıtlaSil
  6. Sanırım sizi bu yazınızda keşfettim. Elbette benim için bir kayıp hanesine yazıldı. O kadar alıp götürüyorsunuz ki insanı satırlarınızda, anlatamam. Her cümleniz önce düşündürüp sonra hayâllere daldırıyor. Bu yazınızı bir kez daha okumak istiyorum, denizin kokusunu içime çekerek:)

    YanıtlaSil
  7. ya baksana, büyük feribot filan, sanırım sen yunan adalarına gitmişsin gibii. sezon dışı, hımmmm bak evet tam bir angelopoulos filmi bu, şu ada gezileri var ya, onlardan olmalı, rodos gibi. john lennon'ın sözünü dinlemek iyi olmuş :)

    YanıtlaSil
  8. İnanılmaz bir yetenek. Diyecek bir şey yok.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

bunları boşver, olan yine olur.

konusu sen olmayan günlük.

2405.