Kayıtlar

2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

alegorisi bol yazı.

ahmet haşim gibi gecenin sembolüne sığındım. radyo tiyatrosu açık kalmış, miadını doldurmuş, yastığımın altına sıkışmış dıın dıı dın. giriş jeneriği böyle. trt radyo tiyatrosu. uyanıp saatin dört olduğunu görmemle, ikinci uyanışım olan altı arası geçen zaman freud'a emanetmiş. yine mi electra çaresiz dertlere salınıyor, pek sevgilim freud'çum?  talihsiz oeidipus söyle bana, niçin konmuş o bülbül, bahçedeki asmaya? "sen haksızsın ve sana laflar hazırladım." diye sayıklayarak, malum tartışmada tarafımı seçemeden, sabah henüz görünürde yokken ama ülke sınırlarında saat altıyı gösterirken uyanıyorum. garip vücut esnetme hareketleri, su içme sekansı. ışıklarım henüz açılmadı. hazırlandığımda yatağıma son defa oturuyorum. karşımdaki duvardan bana bakmayan freddie posteri, göğüs kılları ve öne doğru uzayan dudaklarıyla ergenliğime bakıyor. şarkının beelzebub diye höykürdüğü kısım kulaklarımda. mamaaa diye devam ediyor.  eskisi gibi değil, god save the queen değil. kötü şe...

parıltılı klavye tıkırtıları.

Resim
nail artla ilgiliydim bi aralar. şimdi pek uzatamıyorum tırnaklarımı, staj sebebiyle. değişik renkler de denemeyeli uzun zaman oldu. ama ojeler güzel. ojelerim çabuk bozuluyor dolabımda.  bugün nude pembe üzerine ışıltılı bir oje sürdüm. yine nude tonlarında sütlü eflatun simler. gözü yormayan, saf bir süslülük hali. havada uçuşan toz pembe peri kızları geliyor aklıma. bakınca mutlu oluyorum. yorucuydu buraya yazmadığım zamanlar. özlemeyi istemediğim ama özlediğim insanlarla rüyalarımda uğraştım hiç istemesem de. soğuk ve ıslak ve kirli kaldırımlara yüz sürüp, tek başıma üşüyerek uyuduğum zamanları tahayyül ettiren hislere kapıldım bu zamanlarda.  bir sürü bisküvi ve cennet hurması keşfettim. tarçınlı tabii. ve yoğurtlu tarçınlı. dengemin şaştığı zamanlar oldu. korktum yine, eskiye dönerim diye. birkaç film bitti. aklımdaydı, "ben bu filmleri yazayım bloga." yazmadım. zaman geçti. fringe finalini izleyeli çok oluyor. spoiler: kalbim ağrıdı. ama beş altı yıl önce, kıvırcık...

içimizdeki grinch.

Resim
dün gece hiç uyku tutmadı. sabah yedide başımı yastıkların arasına sakladığımı hatırlıyorum ve depremin yatağımı titrettiğini, saniyelik. saat belki üç sularında. bazen kendimi kaptırıyorum, fazla heyecan haline düşüyorum. henüz olmamış yarın hakkında planlar yapıp, saatlerin bir an önce geçmesi için kendimi uyumaya zorluyorum. yaşayamadığım ne varsa sırayla ama acele yaşamak için bu heyecan. korku da dahil bu heyecana, çünkü yaşayamama sebeplerim barınıyor kendi içimde. kendimden korkularım sessizce konuşuyor. tabii böyle zamanlarda genelde uykum gelmiyor. bütün gece, yatakta dönüp duruyorum. dün gece de bu zamanlarımdan biriydi. en sonunda türk kahvemi yapıp kitabıma verdim uyku için harcadığım dakikalarımı. kahvenin rahatlatıcı bir yanı var bugünlerimde. sığınak gibi. korktuğum tüm şeylerden, şeylerimden... kahveye sığınıyor gibiyim. "bir kahve yapayım, geçer..." çok alışveriş yapmaya meyillendim. mutsuz muyum iç dünyamda. bilmiyorum. ama bir şey almasam da online...

mim: notalarla yolculuk.

Resim
pek tatlı  depresifpatates  beni mimlemiş. :) pek düşünmeden, anlık cümlelerle ve konu bütünlüğü kaygısı taşımadan yazıyorum genelde. mim konuları, dağınık zihnime biraz düzen getirdiğinden benim için iyi oluyor. eğlenceli olması da cabası. bu mim konusu notalarla ilgiliymiş. dinlemeyi sevdiğim iki şarkıyı ve bende bıraktığı hisleri, anıları anlatmam istenmiş. eskisi kadar şarkı dinlemiyorum. dinlemeyi tercih ettiklerim ise meditasyon için hazırlanmış doğa sesleri, kelt müzikleri gibi sözü olmayan ama konuşan notalar. klasik müzik de dinler oldum yakın zamanda. kitap okurken iyi gidiyor bunlar. ilkokulda ceza'yı, ortaokulda beatles'ı, lisede queen ve pink floyd'u keşfedip ara ara metal müzikle haşır neşir oldum. dedem sayesinde trt müzik'te türk sanat müziği dinleyip terennüm ettim. ergenliğimin politik duruşunda eylemsel marşlarda yumruk kaldırdım. pyschedelic hippie olup transa geçtiğimi sandığım dönemlerim oldu. lisede felsefe öğretmenime hayranlık duyup aşka dü...

anlık.

elma dilimlerinden birkaç parça yedikten sonra, ekrandaki karakterlere müthiş bir baş ağrısıyla bakmaya başladım. şakaklarımdaki damarlardan kan değil de, -periyodik tabloda adını koymadığım/bilmediğim ve hatta doğadaki varlığından bile pratikte habersiz olduğum- en ağır sıvı metaller akıyordu. cıva çok tehlikeli ama izlemesi büyülü bir şeydir. küçükken izlediğimi hatırlıyorum. kimyayla uğraşan annemin, yakın sayılabilecek bir mesafede gösterdiği, birbirine karışabilen hareketli metalik boncuklar. avucuma düşseler... ihtimallere bırakılmış bir çocuktum. fringe'in son sezonundayım ve açıkçası eski heyecanımı kaybettim. belki de her gün beş bölüm seyretmediğim içindir artık. ya da çok güzeldir de bitmesini istemediğim için rölantiye almışımdır izlemeyi. bir şeylerin retrosu oluyormuş evrende. dolunay retrosu değil, sanırım merkür retrosu. anlamıyorum ki astrolojiden. baş ağrımı ve nükseden isteksiz halimi bu retrolara yordum. çünkü böylesi zihnimdeki meraklı bölgeyi uyandırıyor ...

mensula jovis*

geceli bir yazı. balkondayım. görebildiğim kadar gökyüzü. cılız ve yamuk bir sokak lambası. fazla uzak olmayan apartmanın çatı katında yanan parlak sarı ışık. ve birkaç küçük ışık kabarcığı daha. masamın üzerinde istanbul'daki yurt arkadaşımdan hediye çocuk kalemi, içinde bitmeye az kalmış ve soğumuş ıhlamur çayı olan pembe cam bardak, su şişesi, bir de kitap. ah bir de bal kabağı. kedim uyuyor. kaktüsler soğuk ve nemli sanki. gelin çiçeğim beyaz çiçeklerini çoktandır döktü. yeni baharı bekliyor. yüksek seslere tahammülüm deniz seviyesinde. rakım, kalabalıklar içinde tek kişi. sinirli ve ne yapacağını bilmez iç seslerin defactosunda, umutla yönetilmeye çalışılan bir ülke halinde evrende salınıyorum. birkaç kitap bitirdim. siyah ayakkabılarımı ve salda'dan topladığım taşları boyadım. ayakkabılar, ayakkabı dolabına. taşlar, sevdiğim yazarın fotoğraf çerçevesinin önüne. nürnbergli dürer'in kendi kendini yarattığı yaşa üç yeni yaşım kalmış. * deniz kenarında geçirdim b...

hakkımda bilmediğiniz 11 şey mimi.

ilk defa mimlendim! https://sadevederin.blogspot.com/2019/11/hakkmda-bilmediginiz-11-sey-mimi.html beni deep mimlemiş linkteki yazısıyla. ki enerjisiyle, blogumu daha sık düşünmeme neden olan kişidir kendisi ve bir gün umuyorum ki önceden yazdığı ve okumadığım blog yazılarını topladığı kitaplarını da okuyacağım. :) mim olayı çok eğlenceli bir şey aslında. kendinizden cümleler bırakmak okuyuculara ve diğer bloggerların dünyasına konuk olmak hoş. kimse okumasa bile içe dönüp kendimizle konuşmak gibi, dağınık bir odayı düzenleyip aradığımız şeyi bulmak gibi. belki de varlığını unuttuğumuz bir şey de buluruz. kim bilir... başlayalım o zaman :) 1.Kendinde sevmediğin özelliğin nedir ? bazen, görünmez bir el damarlarıma yüksek dozda melankoli enjekte ediyor ve bu da bana ağır geliyor. bu zamanlardaki halimde çok daha yaratıcı oluyorum belki ama yine de sevmiyorum.  ayrıntılara fazla dikkat etmem de çoğu zaman yorduğu için beni, sevmiyorum. unutmam gereken şeyleri unutmama özell...

günlük.

geçen gecede birkaç defa uyandım. birkaç rüyayla ve fizyolojik ihtiyaçla. birilerini koruyordum rüyalarımda o gece. "korumak" mizacıma peydahlanmış, az çok hissediyorum. Sabahın karanlığında uyanıp, kışı hatırlatan soğukla karşılaştığımda hayatı sorguluyorum. metroda insanlar... korkunç geliyor onların arasında olmak. bunun yerine ışıklandırılmış ve zevkli bir beynin gözüyle, iyi kalpli bir bedenin enerjisiyle döşenmiş bir mekanda sevdiklerimle olmayı tercih etmek, insanlarla barıştırıyor beni. ama hayatımın altı buçuğunda bu seçenek, seçenek bile değildi. hazırlanırken, çocuklara söyleyeceğim şarkıyı mırıldanıyorum. ezberlemek için. seçtiğim mesleğe uygun olup olmadığımı sorguluyorum aynı zamanda. sineklerin tanrısı'ndaki bir ada bu dünya. iyileşmeden iyileştirmek ya da birlikte iyileşmek belki. içimdeki oblomov'un bahanelerini susturuyorum. evden çıkmadan, çekmecemde bulduğum tek bereyi geçiriyorum kafama. kışlıklar, henüz bereye hazır değilmiş burada. oysa siyah...

namaste.

Resim
şükrettiğim o kadar çok şey var ki! gerçek anlamda kendimi sevmeyi belki henüz tam anlamıyla öğrenebilmiş değilim ama boynunun bükülmesine izin veren ve düşüncesizce omuzlarına yaşından büyük yükler yüklenmiş yalnız kız çocuğu da değilim artık. evet. genetik faktörler, yaşanmışlıklar, beynimde şemalanmış inanışlar, hassasiyetim, kırılganlığım vs. bakış alanımı izlenesi yapmıyor çoğu zaman ama baktığımı daha net görebiliyorum artık. zamanla daha da netleşecek belki. kendimi güçlü hissediyorum. içimdeki kız çocuğuna sarılıyorum. insanlara tahammül edemediğimde, hatta kendime bile tahammül edemediğimde kitap sayfalarına gömüyorum kendimi son günlerde ve bu bana iyi geliyor. az önce dedim kendime kendi iç sesimle: birkaç yıldır üzüldüğün şeyler çok da mühim değilmiş. hatırla, neleri atlattığını ömrünce ve neleri atlatabilme ihtimalin olduğunu. kim bilir bana tanınmış sürede başıma neler gelecek... bir kitapsam eğer, son sayfama kadar elimden geldiğince okunmaya değer şeyler yazılmalı ...

masalımsı.

Resim
ıhlamur ağacı vardı eskiden, eski evimizin balkonundan neredeyse görebildiğim. küçük bir çocuktum ben. okula yeni mi başlamıştım, işte o zamanlar. bir yaz akşamıydı. hava bir çocuk masalı gibi serin sıcaktı. gökte de büyük ihtimalle dolunay ve yere ışık parçaları düşüren yıldızlar... dolunay dede. bir baksanız dolunaya aklınıza gelirsem bir gece. gözler, burun, hafif yorgun tebessüm... dolunay dede. neyse. o yaz akşamında çiçekler ağaç boyundaydı ve sokağımızdaki hanımeli çiçekleri uyanmaya gün doğumunda başlardı. sabah altı suları. mis gibi yaz esintisi, güneşin ilk ışıkları ve hanımeli çiçeği kokusu birleşince tılsımlı bir koku kanatlanıp açık penceremden barbie'li yatak örtümün pembesine konardı.  ıhlamur ağacıyla o akşam tanıştım.  * Bu akşam eve dönerken, tam o pahalı marketin önüne yaklaşmışken gökyüzünde bir yangın fark ettim. sanki yıldız kaydı. halley kuyruklu yıldızı hani seksen yılda devr-i alem yapıyordu ? ama bu gördüğüm daha çok çikolatalı halle...

günün neşesi.

Resim
Bugün, bahçesinin tam ortasında antikalarla ve nazar boncuklarıyla süslenmiş ışıklı ağaç olan çay bahçesine giderken yerde bir Pikachu buldum. Sırtını bana dönmüş, kirli sokak köşesinde yatıyordu. Seni kim böyle atmış olabilir ki ? Acaba balkondan yanlışlıkla mı düşürüldün ? Alıp avucumun içine inceledim, yanaklarından kırmızı ışıklar da çıkıyor sevince.  Koydum cebime. Eve geldiğimde temizledim, arındırdım sokağın kirinden. Duruyor şimdi aynamın önünde. Evrende bir sürü Pikachu var. Birinin karşıma çıkması günümü neşelendirdi. Pika pika!

haftalık.

daha sık yazmalıyım belki. fazla konuşmayı, insanlara kendime dair ve günümün nasıl geçtiğine dair şeyler anlatmayı sevmiyorum. sevmemek de denmez buna aslında. içimden gelmiyor. iyi bir dinleyiciyimdir daha çok. ama... bu konuşmamak meselesi... insanlar gördüm, gözlemledim. konuşanlar, daha iyi yaşıyor gibiler. bu yüzden bazen zorluyorum kendimi. anlatmak için. belki de bana bunları sevdirecek biri çıkar. ama bu beklentiye de girmeyi aptalca buluyorum. ben böyleyim. yazmak başka sanki. bazen eve girmek istemiyorum. sürekli arkadaşlarımla dışarıda eğlenmek, konuşmak, gezmek istiyorum... bazen evden çıkmak istemiyorum. sessiz kalıp zamanın geçişini izlemek.... çelişik bir durum değil mi? sık sık yaşıyorum bu durumu. astrolojiye inanmamak istesem de, evrenin kendi içinde bir dengesi olduğuna inanıyorum ve yıldızların da bizi etkilediğini düşünmeden edemiyorum. "güneş ile ay burcunun birbirine zıt özellikler taşıması, hayatın boyunca çelişkiler yaşayacağını anlatıyor." demiş...

peter, folivia'yı unutmuyor.*

akşam güneşinin tadını alabilmek için balkonun baş köşesindeki sandalyeye geçtim, şekersiz türk kahvemi bitter çikolatamı alıp. komşuların görüş alanı içine girmek beni rahatsız etse de, akşam güneşinin hatrına sosyal fobilerimi düşünmemeye çalıştım. içime dönük biriyim ben. tanımadığım, samimi hissetmediğim ortamlarda fazla tedirgin olduğumu fark ediyorum. bu yüzden mi insanların içinde pek de rahat hissedemiyorum kendimi ? fazla mı mükemmeliyetçiyim ? doğal davranmaya ve rahat olmaya çalışmak beni rahatsız ederken nasıl doğal davranabilirim ? nasıl anı yaşayabilirim ki, kendimle cebelleşirken... fazla yorucu. ama üstesinden gelebiliyorum. sebebini bilseydim eğer, daha kolay olabilirdi belki. güneş, görüş alanımdan çıktı ve üşümeye başladı az önce ısınan yanağım. kitap okurken aklımdan bir sürü şey geçmişti yazmak üzerine. yazmaya başladığımda ise karmakarışık düşünceler çöplüğünde cümle olabilecek kaçak kelimeleri arıyorum. son günlerde çalkantılı duygu durumlarımdan olumlu şeyler...

kahve ve blossom.

yazmak güzel şeymiş... günlerimin boşluğa düşmesini hiç istemiyorum bu yüzden de yaratmaya çalıştığım meşgalelerle dakikalarımın fitilini ateşliyorum. bu ateş de bana enerji veriyor. bugün dersim yoktu. kıvırcık saçlarımı topladım ve yemek yaptım. ıspanak... havuç ve domatesle renklenmiş ıspanak, üç sarı yumurta topuyla tencerenin içinden bana baktığında, çocuğunu doyurmaktan gurur duyan bir anneymişim gibi gülümsedim.  bu arada... çocukları kaç yaşına gelirse gelsin, annelerin yemek hazırlayıp çocuklarını doyurmaktan gerçekten zevk aldığını ve bunun  emzirme döneminde annenin sağladığı iç güdüsel doyumla bağlantılı olduğunu söylemek isterim. annelik iç güdüsünün var olup olmadığı tartışmalı bir konuyken... ki hissettiğim şeyler toplumsal bir yansıma mı bilmiyorum ama bende doğuştan var olduğunu düşündüğüm "annelik" iç güdüsünü, çocuğum yokken bile yoğun bir biçimde hissediyorum bazen. e. fromm'un bu yaz okuduğum sevme sanatı kitabında ise annenin, çocuğu beslerken as...

sarsıcı bir yeryüzü.

odamdayım. pembeye teğet geçmiş çok sütlü lila renkli duvarlara bakıyorum. ailemi düşünüyorum. kedimi, annemi, dedemi... sevdiklerimi... onların kaybolması düşüncesi ne garip bir çaresizlik yaratıyor aklımda ve ne ağır bir acı hislerimde.   99 depremi geliyor aklıma ve sadece haberlerde gördüklerim... evleri yıkılan insanlar, ailesini kaybedenler... "zor" demek yetmiyor.   bu duvarlar, bir sarsıntı sonucu üzerime yıkılsa... lila renkli bir ölüm. pamuk şekeri tadında bir veda vadetmiyor hayat bana. ölmek nasıl bir şey ? çiçek çocuk, kırmızı bisikletiyle veda ettiğinden beri bana, inanmaya olan ihtiyacım arttı ölümden sonraki hayatın gökyüzünde devam ettiğine. bu yüzden geceleri nefesim kesildiğinde yıldızlara, gün içinde bulutlara, gün batımında güneşe bakma ihtiyacı duyuyorum.  çok daha sonra... mülkiyete neden bu kadar bağlandığımı ve dört duvarsız neden bu kadar huzursuz hissettiğimi sorguluyorum insanlık tarihini düşünüp. evrene ihtiyaç duyuyorum, yaş...

yalnız ama genelde mutlu bir yazı.

gecenin en sevdiğim saatleri başlıyor ama ben düzenli bir hayat için uyumak zorundayım. gelmeyen uykumla, geceleri aklıma hücum eden binbir gereksiz düşünceyle yatağıma gömülüp yastığıma sarılıp sızmak... eylül ayı geldi ama gündüzleri "ne biçim bir eylül bu! hala terliyorum sıcaktan." diye yakınıyorum pek sevgili görünmez Mikail'e. neyse ki geceleri serinliyor hava ve üşüyorum. bir de serin bir yağmur dökülse pencereme... yürürken basılmamış kuru yapraklar bulup basıyorum. çıtırdıyor zaman ayaklarımın altında. ufalanıp doğaya daha kolay karışıyor. kar yağdığında da basılmamış bembeyaz yumuşak zemine ilk ayak izini bırakıp, o garip "gırç" sesini duymayı seviyorum ama böyle kar yağmadı birkaç senedir buraya. aklımdan bazı anıları, bazı sahneleri silmek için uğraşıyorum şu günlerde. öyle zor ki... çok sevdiğin birine, en değerli şeyini, içinden bir parçayı hediye sunuyorsun. bir kristal kalp veriyorsun mesela. ama o öylesine bir şeymiş gibi, dikkatsizce cebine...

kutsanmış ay

biri vardı. uzun süredir instagram üzerinden tanışıyorduk ama son bir ay boyunca çok şey paylaştık. birbirimize destek olduk. ben anlattım, o anlattı. kendi adıma kendimi onda buldum. kısa zamanda yaralarımızın ilacı olmaya çalıştık. onu çok iyi anlıyordum çünkü hislerimiz çok benziyordu. bugün fazla yazmayacağım ama o artık yok. her sayfasını merakla bekleyip umut etmeye çalıştığı kitabı, 21 yaşında bir araba kazasıyla son buldu. yüreğinin en ateşli döneminde bu olmamalıydı. iz bıraktın. ve bıraktığın izlere iyi bakacağım. seni özlüyorum. o ev, o yol, sahil, kırmızı bisiklet... kardeşim, kalp yoldaşım... ışıklar içinde uyu.
bazen sıkılıyorum. yazabilecek güzel şeylerimin olmamasından sıkılıyorum. şarkılı link belki sevdiğim kedileri, yediğim güzel yemekleri, gece eve dönerken arabanın camından bana eşlik eden gece rüzgarıyla birlikte izlediğim dünyayı anlatmalıyım. gece kızıyım ben. kız olmaktan da bağımsız. belki erkek olsaydım gece daha rahat dolaşabilirdim sokaklarda. gecenin sessiz rüzgarını hissetmek, kokusunu duymak, varlığımı sorgulamak yaşını hiç geçmeyeceğim herhalde. belki de bi şarkı duyduğunda aklına ben gelirim ve özlersin kimseyi özlemediğin kadar ve gizemli bi düşün, güzel peri kızı olurum senin için ömür boyu. kim bilir...

zaten melankolik bi kızsın

özlediğim bi şeyler var. korktuğum bi yerler var. özlediğim aslında ben miyim ? olgunlaşan bir çocuğum. sinirli, merhametli, aptal, akıllı... ve daha neler. şarkılı link yaz geldi buraya. ne zaman yaz gelse, sanki bilet tarihi belirsizmiş gibi hazırlıksız yakalanıyorum. belki de mevsimler bana bi şey öğretmeye çalışıyordur. kimse mükemmel değil ve sen hiçbir zaman hazır olmayacaksın gelişime. hoş geldin yaz:) aslında seni de sonbahar kadar seviyorum. bir beklenti içinde olmamaya çalışıyorum. beklediğim başkası değil, kendimdi. aslında hep yalnız olan birinin, yalnızken bu kadar rahatsız ve boş yaşaması doğal mı? ben uzun süre, uzun yıllar kendini sevmemiş bir kızım. öyleymişim yani. sebep nedir bilmiyorum. bu içsel düşüncelerim, hislerim genlerimle mi alakalı yoksa yaşadıklarımla mı bilmiyorum. son günlerde bi şeyler fark ediyorum. saksıdaki çiçekten, bi bardak kahveden mutlu olabilir miyim başkasından gelecek mutluluk kadar... kendimde mutluluk bulmadan başkasında aradığımı b...